top of page

[TR] Balkanlar seyahatnamesi


Boğaziçili öğrencilerle birlikte hazırladığımız Kampüsten Dünyaya Dergisi'nde yayımlanmıştır.

Seyahatname:

Merve Çirişoğlu, Gülnihal Kafa

27.04.2012

OSMANLI’YA YOLCULUK…

Bu sayımızda Balkanları konu edinmeye karar verdikten sonra, hakkıyla bir dergi çıkarabilmek için önce bu coğrafyaya gidip havasını solumak, yemeklerini tadıp çarşılarında gezmek, insanlarıyla birebir konuşup hikâyelerini dinlemek gerektiğini konuşurken aramızda, bu gezinin biraz hayallerde kalmaya mahkûm olduğunu düşünmüştük açıkçası. Ama birkaç ay sonra kendimizi hep merak ettiğimiz toprakları görmek için, bu kadar güzel bir bahaneyi yanımıza almış, Priştine’ye uçarken buluyoruz. Her zaman yeni bir şeyler görmeye aç olan gözlerimiz, uçak henüz yeni yeni alçalırken bile dört açılmış, değişik bir şey yakalamaya çalışıyor.

Tanıdık bir manzara…

Havaalanında bizi, önümüzdeki bir gün boyunca müthiş bir konukseverlik örneği ile ağırlayacak olan Hacı Kemal Jonuzi, eşi Fatıma Hanım ve bir zamanlar Türkiye’de okumuş İstanbul aşığı kızları Amina karşılıyor. İlk durağımız olan 1. Murat Hüvendigar’ın türbesine giderken yolda bizim meraklı sorularımıza tatlı bir aksanla konuştukları Türkçeleriyle cevaplar vermeye çalışıyorlar. Kosova’da bağımsızlık öncesi Arnavutların gördükleri baskıları anlatıyorlar bize. Ve bağımsızlık sonrasını hala toparlanmaya çalıştıklarından, Arnavutluk ile birleşme hayallerinden bahsediyorlar. Resmi olarak neredeyse herkesin Müslüman olduğu bu ülkede başörtülülerin devlet dairelerinde çalışmalarının ve üniversite öncesindeki okullarda eğitim görmelerinin yasak olduğunu öğreniyoruz. Bu manzara bize bir yerlerden çok tanıdık geliyor.

Kısa bir yolcuğun ardından I. Kosova Savaşı sonrası bir Sırp asker tarafından şehid edilen I. Murat’ın iç organlarının gömülü olduğu türbeye varıyoruz. Uzun zaman kendi haline bırakıldıktan sonra Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ve TİKA tarafından şu anki haline kavuşturulan türbede rehberden son derece temiz bir Türkçe ile sunum dinliyoruz. Ortak tarihimizi onlardan dinlerken bu tarihten ne kadar gurur duyduklarını görünce biraz garip hissediyoruz kendimizi. Bu güzel türbede hatıra defterine bir şeyler karalayıp Prevalatz’a doğru yola çıkıyoruz.

Restorandan elde edilen gelirlerle yetimlere babalık etmek…

Kosova’ya gidilince mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri olan Prevalatz, Nisan ayında dahi 1,5 metreye varan karlarla kaplı, 1500 metre rakımda harika bir yer… Ayrıca sadece doğal güzelliği ile değil, orada yapılan işlerle de çok çekici bir yer haline geliyor. İyilik Başağı Derneği’nin kurucusu olan Hacı Kemal Bey, Kulla E Jetimit isimli bir pansiyon-restoran işletiyor orada. Her şeyin çok doğal ve leziz olduğu ve avizelerine kadar her şeyin el emeğiyle ahşaptan yapıldığı bu mekândan elde ettiği gelirleri de yetimlere bağışlıyor.

Prevalatz’ın ardından Prizren, Kosova’daki son durağımız oluyor. Prizren ile ilgili en ilginç noktalardan biri herkesin Doğu Karadeniz ağzıyla Türkçe konuşması... Biz bunun sadece Hacı Kemal Jonuzi ve ailesine has bir durum olduğunu düşünürken, girdiğimiz her dükkânda insanlarla Türkçe anlaşabilmek, sanki Türkiye sınırları içerisindeymişiz gibi bir duygu uyandırıyor bizde. Lumi İ Bardhe, yani Beyaz Nehir kıyısında dolaşıyoruz, meşhur Bayraklı Camii, Sinan Paşa Camii ve Maraş Camii’ni görüp, güzelim sokaklarında yürüyoruz, Amina ile keyifli sohbetler ediyoruz ve en sonunda yorgun vücutlarımızın çağrısına uyup Amina’nın bizi evlerine götürmesine izin veriyoruz. Huzurlu bir gece ve harika bir kahvaltının ardından bu güzel insanlarla vedalaşıp, öğrendiğimiz birkaç Arnavutça kelimeyi yanımıza alarak Arnavutluk’a doğru yola düşüyoruz.

“1005 yıkıma 1005 filiz!”

Arnavutluk’ta bizi Alsar Vakfı’nın kurucusu Mehdi Gurra karşılıyor. Ve “Arnavutluk hacısı” olmanın ilk şartı olan kahve ile iki gün boyunca sürecek olan güzel sohbetlerimize başlıyoruz. Komünizmin miraslarını ve Batı özentiliğiyle birlikte gelen ahlaki dejenerasyonu bir de ondan dinliyoruz. Hem Türkiye hem de Balkan coğrafyasına son derece hâkim olan Gurra, Alsar Vakfı ve çeşitli sivil toplum örgütleriyle yapılan ve yapılacak olan çalışmalardan söz ediyor bize. Ülkede resmi rakamlara göre 13 bin yetim bulunduğunu söylüyor ve ekliyor: “Enver Hoca’nın yıktırdığı 1005 Osmanlı eserine karşılık biz 1005 filiz yetiştireceğiz!” Alsar, bu proje kapsamında 1005 yetimin ilk altı aylık ödemesini yapmış durumda. Vakfın hedefleri bu kadar değil tabi… Bir yetim eğitim merkezi açmak, ülke genelinde çok az olan Kur’an kurslarını yaygınlaştırmak, kitap tercüme ettirmek, ilmihal ve peygamberler tarihi kitapları bastırıp dağıtımını yapmak, din adamlarına eğitim vermek, halka yönelik programlar ve Kur’an ziyafetleri organize etmek vakfın ideallerinden birkaçı… Hedeflenen çok proje var ama bütçelerinin çok kısıtlı olması ve devam edebilmek için dışarıdan çok ciddi destek almak zorunda olmaları hasebiyle “ayrıntılar kadere bağlı”…

Arnavut kaldırımlı taş sokakta…

Sohbetimize Mehdi Bey’in eşi, çocukları ve dostu Aslan Bey ile güzel bir öğle yemeğinde devam ediyoruz. Ardından Aslan Bey ile birlikte Kruja – Akçahisar şehrine doğru yola çıkıyoruz. Yolculuğumuz boyunca Aslan Bey’den Arnavutluk tarihine dair çok şey öğreniyoruz. Ve Arnavut kaldırımının ne olduğunu anladığımız Akçahisar’a varıyoruz. Burada yere bakmadan yürürseniz kendinizi sivri taşlara uzanmış bir şekilde bulmanız işten bile değil. Hediyelik eşya dükkânlarına göz atarak hisarı geziyoruz. Hisarda müze haline getirilen bölümleri kapalı olduğu için göremesek de manzaranın güzelliğinin keyfini çıkarıyoruz.

Hisar’ın ardından rotamızı biraz daha batıya çevirip Adriyatik kıyısındaki Durres’a doğru yol alıyoruz. Bir yandan Aslan Bey bizi bilgilendirmeye devam ediyor. En çok dikkatimizi çeken meselelerden birinde Aslan Bey “Yunanistan Arnavutlara çok kolay vatandaşlık veriyor. Tek şart isminizi değiştirmeniz ve Arnavutluk içinde ikamet etmeye devam etmeniz… Bunu yapanlara Arnavutluk şartlarında çok ciddi bir meblağ olan üç yüz avrodan başlayan maaşlar veriyorlar. Böylece Arnavutluk içinde yaşayan Yunan nüfusunu arttırmayı ve Arnavutluk üzerinde baskı oluşturabilmeyi hedefliyorlar.” diyor.

Adriyatik’e vardığımızda akşam vaktine denk gelmemiz dolayısıyla pek bir şey göremesek de deniz havası soluyup Tiran’a Mehdi Bey’e misafir olmak için geri dönüyoruz. Bu kez Türkiye’yi yatırıyoruz masaya. Müslümanların son zamanlardaki durumlarını tartışıyoruz uzun uzun. Saatin bir hayli geç olduğunun farkına vardıktan sonra, Gurra’ya ve bizi çok hoş ağırlayan eşine Arnavutça teşekkür edip otelimize dönüyoruz.

Balkanları yetim bırakmamak…

Ertesi gün son kez Alsar’ı ziyaret ediyoruz. Mehdi Bey bize bu kez uzun uzun neden dernekleşmemiz gerektiğini anlatıyor. Sistemli bir şekilde hareket etmenin gerekliliğinden söz ediyor. Ve bu topraklara dönmek zorunda olduğumuzdan, Türkiye’de çok büyük nimetler içinde yüzdüğümüzden ve bunun karşılığında dönüp kendi vatanımızdan farksız olan Arnavutluk’a, Balkanlara vefa borcumuzu ödemek zorunda olduğumuzdan, onları yetim bırakmamamızdan…

“Hacılığımızı” tamama erdirebilmek için Mehdi Bey’in bize çizdiği rotayı izleyerek Makedonya’ya doğru yola çıkıyoruz. Önce Osmanlı döneminde aldığı ismini hala koruyan Elbasan’a geçiyoruz. Alsar’ın ilk çalışmalarından biri olan bir camiye gidiyoruz ama kullanılmadığı için kapalı buluyoruz. Sonra Elbasan Kalesi’ne geçiyoruz. Kale duvarları üzerinde yürüyüp geçen senelerin yıprattığı taşları hissetmeye çalışıyoruz. Ardından komünizm döneminde yapılan yıkımlardan kurtulabilen az sayıda eserden biri olan 15. yüzyıldan kalma Kral Camii’ne gidiyoruz ama tıpkı bir önceki cami gibi bu da kapalı olduğu için önünde namaz kılıyoruz.

Makedonya’da ilk durağımız Ohri oluyor. Ohri’nin ara sokaklarında dolaşırken yine gidip Türkçe konuşan teyzelerle tanışıyoruz. Zaten Türkiye’den ayrıldığımıza hala tam olarak inanabilmiş değiliz her yerde Türkçe konuşan birileri varken. 18. yüzyıldan kalma bir Halveti Tekkesi’ni ziyaret ediyoruz. Tekke sorumlusu Halil Bey bize tekkeyi gezdiriyor ve tekke kültürüyle ilgili sorularımıza cevap veriyor. Ardından güzeller güzeli Ohri Gölü’ne iniyoruz ve kaynağını gölden alan Siyah Dirin’in serinliğini soluyoruz.

Ve sonunda gece Üsküp’e varıyoruz. Vodna Dağı’na dikilmiş, karanlıkta parıl parıl parlayan elli metre yüksekliğinde devasa bir haç, şehre girer girmez bizi selamlıyor. Garip bir şekilde ürperiyor kalbimiz… Geceyi Ensar Vakfı’nın kız öğrenci yurdunda geçiriyoruz. Kızlarla sohbet edip Üsküp aksanıyla İstanbul hayallerini dinliyoruz.

Ertesi sabah henüz çiçeği burnunda bir kadın derneğine (AGG Association for Women Affirmation) geçiyoruz. Kurucu Başkan Aygül Süleymani bize yokluğu hissedilen, Müslüman kimlikli kadınlara yönelik çalışmalar yapan bir dernek olarak hedeflerinden bahsediyor. Müslüman kadının toplum içerisindeki yerini iyileştirmenin ne kadar gerekli olduğunu anlatıyor.

Bir taraf bir Osmanlı mahallesi, diğer taraf bir Avrupa şehri…

Kendimizi Üsküp sokaklarına bırakıyoruz. Zaten küçük bir şehir olan Üsküp’ün merkezini birkaç saat içerisinde keşfediyor ve sanki kendi yurdumuzdaymışçasına rahat bir şekilde geziyoruz. Mustafa Paşa Camii’nden yükselen ezanı dinliyor, Üsküp çarşısında neredeyse her dükkâna girip çıkıyor, şehri ikiye bölen Vardar Nehri’nin üzerindeki Taş Köprü’den fotoğraflar çekiyoruz. Nehir şehri ikiye ayırırken köprü halkı birbirine kenetlemeye çalışıyor adeta. Yine de manzarada görünen, şehrin bir tarafının Osmanlı mahallesi, diğer tarafının ise heykellerle donatılmış bir Avrupa şehri olması… Bir yanda Müslüman halk, diğer yanda Hıristiyan halk… Şehrin yüzü köprüyü geçince her anlamda değişiyor.

Bizim topraklarımızda bizim kardeşlerimiz…

Üsküp’teki son günümüzde Ensar Vakfı Kurucu Başkanı Süleyman Baki ve Merhamet Derneği ile Logos Yayınevi’nin kurucusu Adnan İsmaili ile röportaj yapma fırsatı yakalıyoruz. Süleyman Bey son derece eşsiz bir manzara olan bu çok kültürlülükten ne kadar gurur duyduklarını anlatıyor. Ve Makedonya toplum yapısı ve yapılan çeşitli çalışmalar hakkında bilgilendiriyor bizi. İlk röportajımızın ardından bir cenazesi olan Adnan Bey ile görüşemeyeceğimizi düşünüp üzülürken birden iyi haber geliyor ve biz soluğu ofisinde alıyoruz. Onca işinin arasında bize iki saatini ayırıyor ama nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile. Canlı bir tarihi kendi ağzından dinlemenin keyfi ile sesimizi dahi çıkarmadan sadece dinliyoruz ve nasihatler alıyoruz. Adnan Bey yapmaya çalıştığımız şeyleri takdir ediyor ve Mehdi Bey gibi bu topraklara dönmemiz, Merhamet Derneği’nin kadın kollarıyla ve diğer derneklerle irtibatta olup tecrübe paylaşımı yapmamız ve ne olursa olsun Balkanlardan ayağımızı kesmememiz gerektiğinden söz ediyor. İster turistik ister görev amaçlı olsun, ‘bizim’ topraklarımızı unutmamamızı, kardeşlerimizi yalnız bırakmamamızı öğütlüyor. Ve biz bu güzel söyleşiyi bitirdiğimizde günlerdir yolda olmanın verdiği yorgunlukla biraz kaybettiğimiz dinamizme tekrar kavuşmuş olarak buluyoruz kendimizi.

“Ben Senin Oğlunum Bosna”

Yurda uğrayıp kızlarla vedalaştıktan sonra eşyalarımızı yüklenip Saraybosna otobüsüne biniyoruz. Uzun bir yolculuğun ardından indiğimiz otogardan bizi Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nde okuyan arkadaşlarımız karşılıyor ve kaldıkları yurda geçip beraber kahvaltı yapıp vakit kaybetmeden şehri gezmeye karar veriyoruz.

İlk durağımız 16. yüzyıldan kalma Gazi Hüsrev Camii oluyor. Camide lise-şeriat öğrencilerinin mezuniyet seremonilerine tanık oluyoruz. Salavatlar getirerek içeri giriyor ve mihrabın önünde iki gruba ayrılıp oturuyorlar, ilahiler söylüyorlar. Törenin tamamını izlemeden çıkıp caminin karşısındaki camiyle adaş ve hemen hemen yaşıt olan medreseyi görüyoruz.

“Bize elimizden geleni yapmak düşüyor.”

Namazlarımızı kıldıktan sonra ilk niyetimiz sevgili Aliya İzzetbegoviç’i ziyaret etmek oluyor. Şehitler Mezarlığı’na giderken kızlar bize Bosna ile ilgili izlenimlerini anlatıyor. Halkın çoğunun geleceğe dair planlar yapmadan yaşadığını, insanların yatırım yapmak ya da biriktirmek yerine harcamayı tercih ettiklerini söylüyorlar. Onlara göre bunun sebebi insanların her an savaş çıkabileceği düşüncesiyle sadece o günü yaşamaları ve siyasi istikrarsızlıktan muzdarip oluşları… İşsizlik oranı çok yüksek ve ülke ekonomisi çok kötü durumda olmasına rağmen günün neredeyse her saatinde restoranların, kafelerin dolu olduğunu görüyoruz. Ve itiraf ediyoruz; Bosna’da gördüklerimiz pek hayallerimizdekilerle uyuşmuyor. Sokaklarda şahit olduklarımız, arkadaşlarımızın aktardığı izlenimler ile evlerin üzerinde halen silinmemiş bomba izleri, çocuk şehitler için yapılmış anıtlarda onca isim… Bosna’nın tarihi ve o tarihin izleri derinden sarsıyor bizi. Düşüncelere dalmış bir şekilde Aliya’nın kabrine varıyoruz. Şehit mezarlarının ortasındaki mütevazı anıt-mezarı ve mezar taşında sıfat olarak ‘Cumhurbaşkanı’ yerine yazılmış ‘Abdullah (Allah’ın kulu)’ ifadesini görünce utanıyoruz. Aliya’nın “Şükürler olsun ki tarihe Allah hükmediyor ve bize elimizden geleni yapmak düşünüyor.” sözünü bir vasiyet gibi hatırlıyoruz. Gezinin başında yeni yerler ve müstesna insanlarla tanışmanın verdiği heyecan artık yerini farklı bir duyguya bırakıyor. Omuzlarımızdaki yüklerin ağırlığını hissediyoruz ve tekrarlıyoruz: “Bize elimizden geleni yapmak düşüyor.”

Aliya’nın kabrinden ayrılıp Başçarşı’ya iniyoruz. Şehirdeki Katolikler için ayrı bir yeri olan İsa’nın Kalbi Kilisesi’ni ziyaret ediyor, her türlü hatıralık eşyayı süsleyen Osmanlı’dan kalma meşhur Sebil’den su içiyoruz; Bakırcılar Çarşısı’nı geziyor, Sırpların Avusturya prensini üstünde öldürerek 1. Dünya Savaşı’nı başlattıkları köprüden geçiyoruz ve zaferden sonra bir daha sönmemecesine yakılan Özgürlük Ateşi’ni görüyoruz.

Mostar’a yolculuk…

Ertesi gün rehberimiz Enver Eminoviç eşliğinde Mostar’a doğru yola koyuluyoruz. Yolculuk esnasında da Türkiye’de Matematik okumuş olan Enver Bey’den Bosna ile ilgili genel bilgiler alıyoruz. Kendisine Türkiye hakkındaki fikirlerini sorduğumuzda gezimiz süresince duymaya alışık olduğumuz övgü dolu sözleri bir de ondan dinliyoruz: “Türkiye, çok güçlü ve saygıdeğer bir ülke. Sağlam duruşuyla dünyadaki Müslümanların gururu! Burada da Türkler tarafından restore edilen camiler, köprüler, tarihi eserler göreceksiniz. Halkımız Türkiye’ye şükranlarını iletiyor ve daha fazlasını bekliyor.”

Yol boyu Neretva Nehri bize harika manzaralar sunuyor; öyle ki fotoğraf çekmek için sık sık durmak zorunda kalıyoruz. Mostar’a girdiğimizde bizi Sırpların geri çekilirken etrafına mayın döşeyerek diktiği bir haç selamlıyor. Üsküp’ü anımsıyoruz. Serin ve berrak sularıyla bizi mest eden Neretva’ya ayaklarımızı sokup Mostar Köprüsü’nü karşımıza alıyoruz. Hüzünle bakıyoruz Mostar’a… Yaralı Mostar’a…

Taştan bir köy: Poçitel

Mostar Çarşısı’nda biraz gezdikten sonra tekrar yola çıkıyoruz. Bir sonraki durağımız Poçitel adında evlerin damlarının dahi taştan yapıldığı bir Türk köyü... Enver Bey bize Hersek kelimesinin kökünün ‘taşlı toprak’ anlamına geldiğini söylüyor ve biz bu bölgeye kesinlikle çok uygun bir isim olduğuna kanaat getiriyoruz. Köyü en tepede süsleyen kalenin gözcü kulelerine tırmanıyor ve nefes kesen bir manzarayla karşılaşıyoruz. Aşağıda kıvrılarak akıp giden zümrüt renkli Neretva ve yemyeşil bir dağın yamacına kurulmuş taştan bir köy… Manzaranın tadına doymanın mümkün olmadığı gerçeğini kabullenip kulenin yıkık dökük, bakımsız basamaklarından aşağı iniyoruz.

Poçitel’den sonra Sarı Saltuk Tekkesi’ni ziyaret için nehrin doğduğu kaynağa Blagay’a geçiyoruz. Dağın içinden gürüldeyerek taşıp gelen nehrin kıyısında karnımızı doyurduktan sonra biraz oyalanıp Travnik’e doğru yola çıkıyoruz. Savaş sonrasında bir süre toplu mezarlardan toplanan kemiklerin kime ait olduğunu teşhis etmekle uğraşan genetik bilimcisi Prof. Dr. İzzet Eminoviç’e bir ziyarette bulunuyoruz. Profesör önce yaptığı iş konusunda bilgi vermesinin çalıştığı yerin kurallarına aykırı olduğunu açıklayıp özür diledikten sonra, savaşın ve yıllarca içinde bulunduğu bu çalışmanın kendisine ne ‘kattığını’ aktarmaya başlıyor. Nefretin gereksizliğinden, intikam duygusunun tehlikelerinden ve her zaman her durumda iyi bir Müslüman tavrı göstermenin öneminden bahsediyor. Yaşadığı onca drama rağmen sahip olduğu metanet, güven, olgunluk ve teslimiyet bizi derinden etkiliyor.

Hüznün ve gözyaşının şehri Srebrenitsa’da...

Srebrenitsa’dayız. Şehitlik’te… Ardı arkası kesilmeyen bir ordu gibi sıralanmış binlerce mezar taşı… Aynı soy isimden yüzlerce kişinin adının yazılı olduğu şehit listesi… İsimler, isimler, isimler… Şehitlikte karşılaştığımız birkaç kişiye soruyoruz neler yaşadıklarını, kimleri kaybettiklerini. Sırpların yaptığı baskın sırasında kaçmayı başarmış ve Tuzla’ya kadar yürüyerek gitmeyi başarmış bir amca ve karısı ve kocasını kaybeden bir kadın gelip soru soranlara artık son derece alışmış gibi görünüyorlar. Sıradan şeylerden söz edercesine verdikleri birkaç ayrıntı dışında pek bir şey alamıyoruz ağızlarından. Daha sonra mezar taşlarının arasında dolaşıyoruz. Her yaştan insanın ismini okuyoruz. Sevdiğimiz kişilerle aynı yaşta şehit edilenleri görüyoruz ve artık bir noktada dayanılmaz oluyor her şey. Şehitlikten çıkıyoruz.

Şehitliğin karşısında hediyelik eşya satılan bir dükkânı işleten bir teyze görüp yanına gidiyoruz. Onun da hikâyesini dinliyoruz; kocasını kaybedişini, yirminci yaş gününü göremeden elinden alınan oğlunu, katledilen 22 erkek yakınını ve başında dua edebileceği bir mezara sahip olmak için beklediği yılları…

Daha sonra bir müze haline getirilmiş olan meşhur fabrikaya geçiyoruz. İçinde savaş esnasında binlerce kadının toplandığı, adamların kurşuna dizildiği ve kim bilir hala kimlerin kâbuslarına konu olan fabrikaya… İçeride gördüklerimiz; fotoğraflar, bilgilendirici yazılar, toplu mezarların yerlerini gösteren haritalar ve hayatlarını kaybedenlerden bazılarının hikâyelerinin bulunduğu bir kısım… Gördüklerimiz ve dinlediklerimiz zihinlerimizde ve kalplerimizde ağırlaşırken geri dönüyoruz. Bu sefer fiziksel yorgunluktan ziyade ruhsal bir yorgunluk hissederek dönüyoruz.

Bosna’da son günümüzde bir grup kadın tarafından kurulan NAHLA Eğitim ve Araştırma Merkezi’nin psikologu Azra İbrişimoviç ile görüşüyoruz. Bize yaptıkları güzel çalışmalardan bahsediyor ve savaş sonrasında halkın, özellikle de kadınların psikolojik durumuyla ilgili bilgi veriyor.

“Ben Bosnalı çocuk: Müslümanlar! Size şarkımı emanet ediyorum Bir de uçsuz denizlere akan nehrin Sularına salıverdiğim ellerimi Bileklerinden kesilmiş”

Yaşadıklarımızı nasıl aktaracağımızı ve bundan sonra ne yapmamız gerektiğini düşünerek, daha derinlerde ise kendimizi, hayatlarımızı ve hayatın kendisini sorgulayarak unutamayacağımız bir gezinin hatıralarıyla rotamızı Türkiye’ye çeviriyoruz. On gün boyunca dinlediğimiz onlarca savaş öyküsü ve Erdem Beyazıt’ın mısralarında dile gelmiş çocukların âhı, içimizde derin yaralar açarak kulaklarımızda yankılanıyor. Şimdi üzerimizde çok daha fazla sorumluluk var. Öğrendiğimiz her şey için on ton binmiş sanki omuzlarımıza. Ve biz de size anlattık; artık o yük, sizin de omuzlarınızda…

27.04.2012

Search by Tags
Recent Posts
bottom of page